Bir varmış, bir yokmuş… Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde… Bir köy varmış; bu köyde kimsesi olmayan, fakat aklı ve yüreği herkesten büyük, kel kafalı bir delikanlı yaşarmış. Adı Keloğlan’mış. Herkes onu fakirliğinden ötürü biraz alaya alır, ama ihtiyacı olan herkes yine koşup ondan yardım istermiş. Çünkü Keloğlan’ın kalbi pamuk gibiymiş.
Bir gün köyün yakınındaki dere kenarında odun toplarken, gökyüzünden bir şeyin parıldayarak düştüğünü görmüş. Merak edip koşmuş. Bir de ne görsün! Yerde rengârenk nakışlarla işlenmiş, altın sırmalarla parlayan bir halı duruyormuş. Halıyı kaldırınca hafifmiş, sanki rüzgâr gibi. Bir kenarında da altın harflerle şu yazı yazıyormuş:
“Beni doğru niyetle çağıran, istediği yere ulaşır.”
Keloğlan anlamış ki bu sıradan bir halı değil, uçan halıymış. Önce korkmuş, sonra cesaretini toplayıp halının üstüne çıkmış ve fısıldamış:
“Ey halı, beni evime götür!”
Bir anda halı havalanmış, gökyüzünde süzülerek köyün üstünden geçmiş. Keloğlan sevinçten kahkaha atmış. O günden sonra halı, onun en büyük sırrı olmuş.
Sultan’ın Derdine Çare
Aradan günler geçmiş. Bir sabah köy meydanına tellallar çıkmış. Sultan’ın tek kızı, güzeller güzeli Sultan Hanım, derin bir uykuya dalmış ve bir türlü uyanmıyormuş. Kimse bu garip hastalığın sebebini bulamıyormuş. Sultan, kızını uyandıran kişiye büyük ödüller, hatta dilerse kızını vermeyi vadetmiş.
Keloğlan içinden “Ben kimim ki böyle bir işe kalkışayım?” demiş ama sonra aklına uçan halı gelmiş. “Belki de bu halı bana yol gösterecek,” diye düşünmüş. Halısına binmiş, “Ey halı, beni Sultan Hanım’ın derdine çareye götür,” diye fısıldamış.
Halı havalanmış, dağları, denizleri aşmış, ta uzak diyarlardaki karanlık bir ormanın içine inmiş. Orada, kurumuş ağaçların arasında yalnız bir ihtiyar kadını görmüş. Kadın elindeki değneğe yaslanmış, yüzünde yılların izleri, gözlerinde ise bilgelik varmış.
“Hoş geldin Keloğlan,” demiş kadın. “Sultan’ın kızını uyandırmak istiyorsun. Onun rüyasını Zümrüd-ü Anka kuşu çalmış. Kuş, onun ruhunu uykuya bağlamış. Ruhunu geri almak için Korku Dağı’na gitmeli ve oradaki kristal çanı çalmalısın. Ama dikkat et! Çanı yanlış çalarsan sonsuza kadar taş kesilirsin.”
Korku Dağı’na Yolculuk
Keloğlan halısına binmiş, Korku Dağı’na doğru yol almış. Dağın etekleri sislerle kaplıymış. Gece gündüz hiç fark etmiyormuş; her yer karanlıktaymış. Halı onu doruğa çıkarmış. En tepede, devasa siyah bir mağara varmış. İçeri girdiğinde duvarlar parlayan kristallerle doluymuş. Ortada büyük bir çan asılıymış.
Tam o sırada Zümrüd-ü Anka kanat çırparak çıkagelmiş. Kanatlarının her tüyü ateş gibi parlıyormuş. Keloğlan korkmuş ama geri adım atmamış.
“Ey kuş,” demiş, “Sultan’ın kızının rüyasını neden çaldın?”
Anka kuşu kanatlarını çırpmış, “İnsanlar rüyalarının kıymetini bilmezler. Ben onun en güzel düşlerini sakladım. Geri almak istiyorsan cesaretini kanıtla!”
Keloğlan, ihtiyar kadının sözlerini hatırlamış. Çana üç kez vurmuş: Dong! Dong! Dong!
Yer sarsılmış, mağara ışığa boğulmuş. Zümrüd-ü Anka büyük bir çığlık atmış, sonra gökyüzüne doğru uçup kaybolmuş. O anda çanın içinden ışık hüzmesi çıkmış, halıya konmuş. Bu, Sultan Hanım’ın rüyasıymış.
Sultan’ın Uyanışı
Keloğlan halısıyla saraya dönmüş. Rüyayı kızın üzerine bırakınca Sultan Hanım gözlerini açmış. Saray sevinç çığlıklarıyla dolmuş. Sultan, Keloğlan’a minnettar kalmış, ona hazineler sunmuş.
Ama Keloğlan demiş ki:
“Benim gönlümde hazine değil, insanlara faydalı olmak var. Sultan’ın kızını uyandırabildiysem bana en büyük ödül odur.”
Sultan gülümseyip, “O hâlde kızımı sana eş yapmama izin ver. Çünkü kızımı kurtaran yüce gönüllü bir yiğittir,” demiş.
Keloğlan bir an düşünmüş. Fakirliğini, köyünü, kel başını hatırlamış. Sonra demiş ki:
“Ben saraylarda yaşamayı bilmem. Ama kızınız isterse benim köyüme gelsin, orada gönül gönüle yaşarız.”
Sultan Hanım da kabul etmiş. O günden sonra Keloğlan ile Sultan Hanım, köyde halkın arasında mutlu mesut yaşamışlar. Uçan halılarını da ihtiyaç sahiplerine yardım etmek için kullanmışlar.
Ve masal burada bitmiş.
Onlar ermiş muradına, biz çıkalım kerevetine…