Bir zamanlar, yemyeşil ormanlarla çevrili büyük bir krallıkta, birbirini çok seven bir çift yaşarmış. Uzun yıllar boyunca çocukları olmamış. Bir gün, kadının hamile olduğu haberi köyde sevinçle karşılanmış. Ancak evlerinin yanındaki ormanın derinliklerinde, yalnız yaşayan bir cadının gizemli bir bahçesi varmış. Bu bahçede öyle nadir bitkiler yetişirmiş ki, onları gören herkes büyülenirmiş.
Kadın bir gün, cadının bahçesinde yetişen “rapunzel” adındaki parlak mor çiçekleri görünce, onları yemeden yaşayamayacağını hissetmiş. Kocası, karısının isteğini yerine getirmek için gece gizlice bahçeye girmiş ve bir avuç rapunzel çiçeği koparmış. Fakat tam çıkarken cadı tarafından yakalanmış.
Cadı, buz gibi bir sesle şöyle demiş:
“Bu çiçeklerin bedeli ağırdır. Çocuğun doğduğunda onu bana vereceksiniz!”
Çaresiz kalan çift, istemeden de olsa kabul etmiş.
Bebek doğduğunda, cadı gelip onu almış ve adını “Rapunzel” koymuş. Rapunzel, güzelliği ve altın gibi parlayan saçlarıyla büyümüş. Ancak cadı, kimsenin ona ulaşmaması için ormanın ortasındaki yüksek, kapısız bir kuleye Rapunzel’i hapsetmiş.
Her gün cadı kuleye geldiğinde, “Rapunzel, Rapunzel! Saçlarını sarkıt!” diye seslenir, Rapunzel de uzun saçlarını aşağıya salardı. Cadı, bu saçlardan tutunarak yukarı tırmanırdı.
Rapunzel, kulede büyüdükçe, şarkı söylemeyi, hikâyeler uydurmayı ve yıldızları izlemeyi öğrenmiş. Dış dünyanın hayalini kurar, geceleri yıldızlara fısıldarmış:
“Bir gün özgür olacağım.”
Yıllar geçmiş. Bir gün, ormandan geçen cesur ve meraklı bir prens, kulenin tepesinden gelen o tatlı şarkıyı duymuş. Sesin kaynağını bulmak için ağaçların arasından kulenin önüne gelmiş. O sırada cadının, “Rapunzel, Rapunzel! Saçlarını sarkıt!” dediğini duymuş ve bir plan yapmış.
Cadı gittikten sonra, prens aynı sözleri söylemiş. Rapunzel şaşkın ama umutlu bir şekilde saçlarını aşağı sarkıtmış. Prens, saçlardan yukarı tırmanmış ve Rapunzel’le karşılaşınca ikisi de birbirinden etkilenmiş.
Günler, haftalar geçmiş. Prens her gece gizlice kuleye gelmiş. Rapunzel’e dış dünyayı anlatmış: uçsuz bucaksız göllerden, yüksek dağlardan ve gümüş gibi parlayan şehirlerden…
Rapunzel’in içinde bir kıvılcım yanmış:
“Ben de oraları görmek istiyorum.”
Birlikte kaçmayı planlamışlar. Prens, her gece küçük bir ip parçası getirmiş ve Rapunzel bu ipleri birbirine düğümleyerek bir kaçış halatı yapmış.
Ancak bir gün Rapunzel, safça cadıya, “Sana tırmanmak Prens’e tırmanmaktan daha zor,” deyivermiş. Cadı her şeyi anlamış ve öfkeyle Rapunzel’in güzel saçlarını kesmiş! Ardından onu uzak, ıssız bir çölün ortasına bırakmış.
Prens kuleye geldiğinde, yukarı tırmandığında cadı onu bekliyormuş. Cadı, sihirli güçleriyle Prens’i kör etmiş. Zavallı prens, gözleri görmeden, sevgilisini bulmak için yıllarca dünyayı dolaşmış.
Aylar, yıllar geçmiş.
Bir sabah, bir çöl kenarında, Rapunzel kendi başına yaşamayı öğrenmişken, eski bir melodi mırıldanmış. İşte o an, Prens’in kalbi o sesi tanımış. Sesin geldiği yere doğru gitmiş, Rapunzel’i bulmuş. İkisi ağlayarak sarılmışlar.
Rapunzel’in gözyaşları, Prens’in gözlerine damlamış… ve bir mucize olmuş! Prens’in gözleri tekrar açılmış!
Bundan sonra Rapunzel ve Prens, birbirlerini bırakmamaya söz vererek büyük bir düğünle evlenmişler. Rapunzel, hayatının geri kalanını özgürlük içinde, sevdiği insanla birlikte, hayal ettiği dünyaları keşfederek geçirmiş.
Ve ikisi de sonsuza kadar mutlu yaşamış.