Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, deve tellal iken, pire berber iken, ben annemin beşiğini tıngır mıngır sallar iken, Anadolu’nun bereketli ovalarından birinde, çelimsiz ama akıllı mı akıllı bir delikanlı yaşarmış: Keloğlan.
Keloğlan’ın başı pırıl pırıl, gönlü saf, dili tatlıymış. Fakir ama neşeli bir köyde yaşar, köyün yaşlılarına yardım eder, çocukları güldürürmüş.
Bir gün köyün ortasına, simsiyah tüylerle kaplı bir at gelir. Atın gözleri kömür gibi, alnında ise alev kırmızısı bir mühür varmış. Ne dizgini var, ne eyer. Kim binmeye kalksa, anında yere düşer, at ise bir duman gibi kaybolurmuş.
Köylüler korkmuş:
“Bu bir uğursuzluktur! Kara Prens’in lanetli atıdır!”
diye bağırmışlar.
Keloğlan, meraklı ya… Gecenin bir vakti sessizce dışarı çıkmış. Atı, köyün kenarındaki eski değirmen civarında bulmuş. Atın gözlerinden yaş gibi siyah dumanlar akıyormuş.
Keloğlan atın başını okşamış:
“Hey kara yürekli at, seni kim böyle ağlatır?”
At dile gelmiş!
“Ben Kara Prens’in atıyım. Efendim Gölge Diyarı’na hapsedildi. Işık ile karanlık arasındaki geçidi açacak tek kişi sensin, Keloğlan.”
Keloğlan şaşırmış, ama cesurca sormuş:
“Benim neyime Gölge Diyarı’na gitmek?”
At demiş:
“Akıl sende, cesaret sende. Oraya giden sadece kalbi temiz olan döner.”
Böylece Keloğlan atın sırtına atlamış, göz açıp kapayıncaya dek karanlık bir diyara varmış. Gökyüzü geceyle gündüz arasında kalmış, ne yıldız görünür, ne güneş.
Her yer gri bir sisle kaplıymış.
Bir süre ilerleyince, karşısına Kara Prens çıkmış.
Uzun boylu, yüzü yarı maskeli, gözleri gece gibi siyah bir gençmiş bu. Elinde siyah bir kılıç, omzunda da zincirler.
Kara Prens demiş ki:
“Ben Güneş Krallığı’nın oğluydum. Ama gölgelerle savaşırken lanetlendim. Şimdi Gölge Diyarı’nın esiriyim. Bu diyardan çıkmam için biri kendi ışığını bana vermeli. Ama bunu yaparsa, o kişi bir süre karanlığa karışır.”
Keloğlan düşünmüş, taşınmış.
“Senin ışığını geri alman gerek, benimse kaybedecek bir sarayım yok. Varsın biraz karanlıkta kalayım.”
Kara Prens şaşırmış. Kimse onun yerine karanlığa girmeye razı olmamıştı bugüne dek.
Keloğlan, elini Kara Prens’in kalbine koymuş. O an Keloğlan’ın başındaki pırıl pırıl parlayan çıplak ten, ışık gibi yanmış. Parlayan ışık, Kara Prens’in göğsüne akmış. Prensin gözleri yeniden maviye dönmüş, zincirleri çözülmüş.
Ama Keloğlan’ın bedeni kararmaya başlamış.
Bir gölgeye dönüşüp yere yığılmış.
Kara Prens diz çökmüş:
“Ey saf yürekli dost, senin ışığın bana hayat verdi. Ben de sana kendi kalbimi veririm.”
Kara Prens kalbini ikiye bölüp yarısını Keloğlan’ın göğsüne koymuş. O anda gökyüzü ilk defa aydınlanmış. Gölge Diyarı’nda güneş doğmuş.
Keloğlan uyanmış ama bu kez başı parlamıyormuş; aksine saçları çıkmış, simsiyah olmuş.
Kara Prens ise saçlarını kaybetmiş — kel olmuş!
İkisi birbirine bakmış, gülmüşler.
“Şimdi anladım,” demiş Keloğlan. “Gerçek dostluk, ışığı paylaşmaktır.”
At yeniden ortaya çıkmış, bu kez bembeyaz olmuş.
İkisini de sırtına alıp, köylerine götürmüş.
Köylüler şaşırmış, çünkü Keloğlan artık kara saçlı bir delikanlıymış; yanında da kel ama asil yüzlü bir prens duruyormuş.
O günden sonra Keloğlan ve Kara Prens dost olmuş, Gölge Diyarı’nı ışıkla karanlığın dengesinde tutan iki koruyucuya dönüşmüşler.
Köylüler onları “Işığın ve Gölgenin Dostları” diye anmış.
Ve her yıl bir gece, gökyüzünde ayla güneşin tam karşılaştığı o anda, Keloğlan’ın köyünde siyah ve beyaz ışıklar dans edermiş.
Derler ki, o ışıklar Keloğlan ile Kara Prens’in dostluğunun yansımasıymış.
Masalın Öğretisi
Gerçek kahramanlık, ışığı paylaşmakla başlar;
Çünkü bazen karanlığı anlamayan, ışığın kıymetini bilemez.
