Bir zamanlar, uzak diyarlarda gökyüzüne dokunan beyaz kuleleri olan kocaman bir saray varmış. Bu sarayın en değerli hazinesi altınlar, mücevherler ya da parıltılı tahtlar değil, içi merak ve hayallerle dolu Küçük Prenses Elara imiş.
Elara, diğer prens ve prenseslerden farklıymış. Günlerini ayna karşısında süslenmekle geçirmek yerine sarayın bahçesindeki çiçeklerle konuşur, rüzgârın fısıltısını dinler, gece yıldızlarla sır paylaşırmış. İçinde tarifsiz bir istek varmış: “Dünyayı görmek, bilinmeyen yolları keşfetmek, kalbimin nereye ait olduğunu bulmak istiyorum.”
Bir gün sarayın büyük kütüphanesinde eski bir kitap bulmuş. Kitabın kapağında solmuş altın harflerle şu yazıyormuş:
“Kalbini dinleyen, yolunu bulur.”
Sayfaları çevirdikçe masallardan daha eski bir hikâye okumuş: Gökyüzünün sonuna varan bir yol ve o yolun sonunda dilekleri gerçekleştiren bir Kristal Göl. Rivayete göre göle ulaşabilen herkes en derin arzusunu öğrenirmiş.
Elara’nın içi kıpır kıpır olmuş. Ertesi sabah gün doğarken küçük bir çanta hazırlamış: İçine annesinin verdiği minik bir pusula, en sevdiği mavi pelerin ve sarayın mutfağından gizlice aldığı birkaç kurabiye koymuş. Hiç kimseye haber vermeden yola çıkmış.
İlk Durak: Fısıltılı Orman
Elara günlerce yürümüş ve sonunda sislerin içinde kaybolmuş bir ormana varmış. Bu ormanda ağaçlar yalnızca rüzgârla değil, insan kalbine fısıldayan kelimelerle konuşurmuş.
Bir ağaç ona şöyle demiş:
“Prenses, yol uzun ve bazen karanlık olacak. Ama cesaretin korkularından büyükse ilerleyebilirsin.”
Elara başını sallamış ve içinden: “Korksam da yürüyeceğim,” demiş.
İkinci Durak: Camdan Köprü
Ormandan çıktıktan sonra önüne göğe doğru uzanan bir köprü çıkmış. Ama bu köprü camdanmış, altı ise dipsiz bir boşlukmuş. İlk adımını atınca köprü zangırdamış.
Tam geri dönecekken, küçük bir serçe gelip omzuna konmuş:
“Bakma aşağıya, bak ileriye! Kalbinin ışığı seni taşır.”
Elara derin bir nefes almış, gözlerini ileriye dikmiş ve korkuya rağmen köprüyü geçmeyi başarmış. O an anlamış ki, cesaret dediğin şey korkunun yokluğu değil, korkuya rağmen yürüyebilmekmiş.
Üçüncü Durak: Kristal Göl
Uzun yolculuğun sonunda Elara, dağların arasında saklı bir göl bulmuş. Göl ay ışığında pırıl pırıl parlıyormuş. Suyu öyle berrakmış ki içine bakan kendi yüreğini görebilirmiş.
Elara göle eğilmiş.
“Ey Kristal Göl, dileğim nedir, bana göster.”
Sudaki yansıma ona taçsız, saraysız ama gülümseyen bir kız çocuğu göstermiş. Elara şaşırmış:
“Ben prenses değil miyim? Neden taç yok başımda?”
Sudaki yansıma fısıldamış:
“Senin dileğin, prenses olarak değil, kalbin özgür bir insan olarak dünyayı gezmek, iyilik ve cesaret taşımak. Senin gerçek gücün, taçta değil, içindeki sevgide.”
O an Elara anlamış: Saray, duvarlarla çevriliydi; ama gerçek yolculuk kalbin özgürleşmesiydi.
Dönüş
Elara günler sonra saraya geri dönmüş. Ama bu kez farklıymış. Taht odasına girdiğinde annesi ve babası endişeyle onu kucaklamışlar. Elara onlara yolculuğunu, ormandaki fısıltıları, cam köprüyü, Kristal Göl’ü anlatmış.
Kral ve Kraliçe gözyaşlarını tutamamış. Babası demiş ki:
“Bize cesaretin gerçek anlamını öğrettin.”
Annesi de eklemiş:
“Sen yalnızca bir prenses değil, kalbini dinleyen bir yolcu oldun.”
Ve o günden sonra Elara, sarayın altın kapılarından dışarıya daha sık çıkmış. Köylülerle konuşmuş, yolculara yardım etmiş, çocuklara masallar anlatmış. Çünkü anlamış ki, insanın en büyük yolculuğu dışarıya değil, içindeki ışığa doğru olan yolculuktur.
Ve işte masal burada biter.
Küçük Prensesin yolculuğu hiç bitmez aslında… Çünkü kalbini dinleyen herkes, kendi Kristal Göl’ünü bulur.
