Bir varmış, bir yokmuş… Rüzgârın çiçeklerle fısıldaştığı, gökyüzünün masmavi bir yorgan gibi toprağı örttüğü uzak mı uzak bir diyarda, Göksu Vadisi adında cennetten bir köşe varmış. Bu vadide, çiçeklerin her biri farklı bir nota gibi açar, kuşlar sabahları şarkı söylemeden güne başlamazmış. İnsanlar burada doğayla dost yaşar, ağaçlara isim verir, taşlara selam verirlermiş.
Göksu Vadisi’nin en tepesinde, çınar ağaçlarının gölgesinde minicik bir kulübede Mira adında hayalperest bir kız yaşarmış. Gözleri yıldızlar gibi parlak, saçları papatyaların sarısıyla yarışırmış. Mira’nın en büyük tutkusu, bulutları izlemek ve gökyüzünün sırlarını çözmekmiş. Annesi ona hep şöyle dermiş:
“Gökyüzü sabırlı olana konuşur kızım. Kulak kesil yeter…”
Bir gün, Mira bulutları izlerken gökyüzünde parlayan bir şey dikkatini çekmiş. Sanki gökten bir kıvılcım kopmuş da rüzgârla birlikte süzülerek yere düşüyormuş. Gözlerini kısarak dikkatle bakmış. Bu bir tüymüş. Ama sıradan bir tüy değil! Üzerinde mor, yeşil, altın sarısı ve gece mavisi renkleri dans ediyormuş. Güneş değdikçe parlıyor, sanki kendi içinde nefes alıp veriyormuş.
Tüy, usulca Mira’nın ayaklarının dibine konmuş. Mira onu ellerine aldığında hafif bir sıcaklık hissetmiş. Kalbi biraz hızlı atmaya başlamış.
“Bu… Bu sıradan bir şey değil,” demiş kendi kendine.
Tüy, birdenbire hafifçe titremiş ve içinden zarif bir ses yükselmiş:
“Beni bulan, gökyüzünün sırrını çözmeye bir adım daha yaklaşır.”
Mira afallamış. Ama korkmamış. Çünkü içinden bir ses, bu tüyün kendisini beklediğini fısıldıyormuş. O günden sonra Mira, tüyün sırrını çözmek için vadideki yaşlıları, kitapları, kuşları ve hatta rüzgârı bile dinlemiş. Fakat hiçbir yerde bu tüyden bahseden bir şey bulamamış.
Bir gece, dolunay gökyüzünü süt gibi aydınlatırken, Mira tüyü penceresinin önüne koymuş ve gözlerini kapatıp dilek tutmuş:
“Ey gökyüzü… Eğer bu tüy gerçekten senin bir parçansa, bana nereden geldiğini göster…”
O anda tuhaf bir şey olmuş. Tüy, hafifçe havalanmış ve odanın içinde renkli bir ışık çemberi oluşturmuş. Işık, duvarlara yansıyan desenler çizmiş: devasa bir kuşun kanatları, gökyüzüne uzanan bir dağ, ve onun tepesinde parlayan bir taş. Mira, gözlerini ovuşturmuş.
“Bu… bu bir harita!” demiş heyecanla.
Ertesi sabah, sırtına küçük çantasını geçirmiş, tüyü saçına toka gibi takmış ve yola koyulmuş. Yolda türlü zorluklarla karşılaşmış: sisli ormanlar, konuşan taşlar, yön değiştiren patikalar… Ama tüy, her seferinde hafifçe titreyerek ona doğru yolu göstermiş.
Günlerden bir gün, Mira haritadaki dağa ulaşmış. Dağın zirvesine vardığında, tam karşısında Gökyüzü Kuşu belirmiş: Tüyleri Mira’nın bulduğu tüy gibi rengârenk, gözleri bilgelikle parlayan, kocaman bir kuş…
Gökyüzü Kuşu konuşmuş:
“Bin yılda bir, yeryüzüne düşen tek bir tüyüm olur. O tüy, gökyüzünün sırlarını taşıyacak kalbi arar. Sen buldun. Çünkü gözlerin değil, kalbinle baktın. Şimdi artık sen de Gökyüzü’nün Sesi olacaksın.”
O andan itibaren Mira, yıldızlarla konuşabilir olmuş. Rüzgârı anlayabilmiş. Vadide kuruyan bir ağacın neden üzgün olduğunu, uzak bir bulutun hangi ülkeye yağmur taşıdığını bile hissedebilmiş.
Mira köyüne döndüğünde artık sadece küçük bir kız değil, doğanın dilini bilen, gökyüzünün sırrına ulaşmış bir bilgeymiş. İnsanlar onu dinlemiş, kuşlar ona haber getirmiş, çocuklar Mira’nın anlattığı masallarla büyümüş.
Ve gökyüzü, bir daha hiç susmamış.