Bir varmış bir yokmuş, uzak diyarların birinde, yemyeşil vadilerle çevrili, kuş seslerinin yankılandığı, cennet misali bir köy varmış. Bu köyün adı Saklıdere’ymiş. Saklıdere köyü, hem doğasıyla hem de insanlarının iyi kalpliliğiyle meşhurmuş. Fakat bu güzel köyün bir özelliği varmış ki, duyan herkes şaşar kalırmış: Köyde bir tek çoban bile yokmuş.
Ne koyunları güden, ne keçileri otlatan… Oysa köyde binlerce hayvan varmış. Koyunlar sabah kendi kendilerine ağıldan çıkıp dağlara tırmanır, akşam olunca sürü hâlinde geri dönermiş. Keçiler ise su kenarında sıralanıp bekleşirmiş, sıra kimdeyse o öncülük eder, sürüyü yaylaya götürürmüş.
Köylüler, “Hayvanlar kendi başlarının çaresine bakıyor,” der, başka köylere gidip çalışırlarmış. Kimse bu düzene karışmazmış. Fakat herkesin aklında aynı soru varmış: “Bu nasıl olur da yıllardır böyle sürer?”
Derken bir gün, köye uzaklardan bir adam gelmiş. Üzerinde uzun pelerin, elinde baston, gözlerinde bilgece bir bakış varmış. Kendini Derviş Yusuf olarak tanıtmış.
Köy meydanına gelip bağdaş kurmuş. Birkaç çocuk merakla yanına oturmuş, yaşlılar usulca yaklaşmış. Derviş Yusuf, gülümseyerek demiş ki:
“Bana anlatın evlatlar… Bu köyde çoban olmadan nasıl olur da düzen bozulmaz?”
Çocuklardan biri atılmış:
“Bizim koyunlarımız kendi yollarını bilir. Hiç kaybolmazlar. Çünkü biz onlara küçükken isim takar, her birine masallar anlatırız.”
Yaşlılardan biri eklemiş:
“Keçilerimiz lider seçer, her bahar başında. En yaşlı keçi rehber olur, sonra sırayla görev değişir.”
Derviş Yusuf başını sallamış, gözlerini gökyüzüne çevirmiş:
“Demek ki bu köy, hayvanına masal anlatan çocuklarla, sorumluluğu paylaşan keçilerle ayakta duruyor…”
Günler geçmiş. Derviş Yusuf, köyde konuk olmuş. Hayvanlarla konuşmuş, çocuklarla oynamış, yaşlılarla sohbet etmiş. Herkes onu sevmiş. Derken bir gece, dolunay parlarken, köyün dışındaki ormandan garip sesler duyulmuş. Uğultular, ayak sesleri, çalıların hışırtısı…
Sabah olduğunda köylüler fark etmiş ki, hayvanlar dağdan geri dönmemiş. Ne koyun ne keçi ortalıkta yokmuş. Herkes paniklemiş. Arama grupları kurulmuş, çocuklar ağlamış.
Tam o sırada, köy meydanında bir çan sesi duyulmuş. Bu ses, köyde yüzyıllardır hiç çalmamış olan “Çoban Çanı” imiş. Çan, sadece büyük bir felaket geldiğinde ya da bir mucize doğduğunda çalarmış.
Derviş Yusuf, meydanda duruyormuş. Eline küçük bir tahta flüt almış ve bir ezgi çalmaya başlamış. Ezgi, rüzgârla dağlara karışmış. Kuşlar susmuş, ağaçlar kımıldamış, dereler şırıldamayı kesmiş. Ve tam o anda, dağın yamacından bir şey görünmüş.
İlk önce bir keçi… ardından bir koyun… sonra yüzlercesi, binlercesi… Hepsi sessizce sırayla köye doğru inmeye başlamış.
Köylüler şaşkınlıkla izlerken, Derviş Yusuf flütünü bırakıp konuşmuş:
“Hayvanlar korkmuştu. Ormandaki sesler, yırtıcıların işaretiydi. Ama bu köyün masalları, çocukların sevgisi, yaşlıların bilgeliği onları geri getirdi. Bu köyde gerçek çoban, herkesin içinde. Herkes biraz çoban, herkes biraz sürü.”
O günden sonra, Saklıdere’ye bir tabela asılmış:
“Burada herkes çobandır.”
Ve Derviş Yusuf, bir sabah sessizce köyden ayrılmış. Arkasında bir flüt ezgisi, bir bilgelik ve yüzyıllar boyu anlatılacak bir masal bırakmış…
Gökten üç yıldız düşmüş:
Biri hayvanlarla konuşan çocukların başına,
Biri doğaya saygı duyan köylülerin kalbine,
Biri de bu masalı okuyanın yüreğine…