Bu cesur kızın adı Elif’miş. Elif, hayalleri büyük, kalbi kocaman bir çocukmuş. Bir gün, yağmur dinip gökyüzünde rengârenk bir gökkuşağı belirdiğinde, Elif eline bir pusula, sırtına küçük çantasını alıp yola çıkmış. Annesine bir not bırakmış: “Gökkuşağının ötesine gidiyorum. Akşam olmadan dönerim.”
Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, yedi dağın ardında, masmavi gökyüzünün altında bir köy varmış. Bu köyde yaşayan herkes, gökyüzünde beliren gökkuşağını görmek için her yağmur sonrası tepelere çıkarmış. Gökkuşağının uçlarını kimse göremezmiş; çünkü her seferinde kaybolurmuş. Fakat bir gün, küçük bir kız çocuğu, bu sırrı çözmeye karar vermiş.
Renkli Yolculuk Başlıyor
Elif, gökkuşağının başladığı yere doğru yürümeye başlamış. Ne kadar yürürse yürüsün, gökkuşağı hep biraz daha ileride görünüyormuş. Fakat o vazgeçmemiş. Yolda ilk olarak bir konuşan tilki ile karşılaşmış. Tilkinin gözleri kurnaz ama dostça bakıyormuş.
“Ey küçük yolcu,” demiş tilki, “gökkuşağının ötesine geçmek istiyorsan, önce cesaret rengini bulmalısın.”
“Cesaretin rengi olur mu?” demiş Elif şaşkınlıkla.
“Olur tabii,” demiş tilki gülerek, “kırmızıdır. Onu Kalp Ormanı’nda bulacaksın.”
Kalp Ormanı’nda Cesaret
Elif ormana vardığında kalbi biraz ürpermiş. Ağaçlar uzun, dallar sessizce hışırdıyor, kuşlar ötüyormuş. Ormanın derinliklerinde küçük bir geyik ağlıyormuş. Elif hemen yanına gitmiş.
“Neden ağlıyorsun?” diye sormuş.
“Yuvamı kaybettim,” demiş geyik.
Elif, hiç düşünmeden geyiğe yardım etmiş. Geyiği yuvasına kadar götürmüş ve tam o anda, gökyüzünden parlak bir kırmızı ışık süzülmüş. Elif’in boynuna minik bir kırmızı boncuklu kolye düşmüş. Tilkinin sesi kulağında yankılanmış: “Cesaretin rengini buldun.“
Bilgelik Gölü ve Mavi
Yoluna devam eden Elif, Bilgelik Gölü’ne varmış. Göl cam gibiymiş ve içine bakıldığında sadece su değil, hatıralar da görünüyormuş. Elif göle baktığında, geçmişte korktuğu ama sonrasında başardığı anları görmüş.
Gölde yaşayan yaşlı bir kaplumbağa, “Gökkuşağının ikinci rengi bilgidir. Onu ancak kendini tanıyan bulur,” demiş.
Elif gözlerini kapamış, derin bir nefes almış ve kendine şöyle demiş: “Ben korkuları aşabilen biriyim. Ben bir yolcuyum.” Gözlerini açtığında gölden bir mavi taş yükselmiş ve Elif’in eline düşmüş.
Sarı Neşenin Tepesi
Yolculuk onu Sarı Neşe Tepesi’ne getirmiş. Burada her şey kahkahalarla doluymuş. Çiçekler şarkı söylüyor, kelebekler dans ediyormuş. Elif, burada bir süre durmuş, çocuklarla oynamış, gülen rüzgârla konuşmuş.
Birden gökten sarı bir ışık inmiş ve Elif’e “Neşe rengini buldun,” demiş bir bal arısı. Elif’in saçında sarı bir çiçek belirmiş.
Gökkuşağının Kapısı
Tüm bu renkleri topladığında gökyüzü kararır gibi olmuş. Gökkuşağının sonuna ulaşan Elif, büyük bir kapıyla karşılaşmış. Kapıda şu yazıyormuş:
“Ancak yedi rengin sırrını taşıyanlar geçebilir.”
Elif sırt çantasını açmış. Kırmızı cesaret, mavi bilgelik, sarı neşe, yeşil umut, turuncu yaratıcılık, çivit sadakat ve mor hayal gücünü taşıyan yedi küçük nesne içindeymiş.
Hepsi bir araya gelince kapı yavaşça açılmış.
Ötesi…
Kapının ardında, hayal bile edilemeyecek güzellikte bir yer varmış. Gökkuşağının ötesi, insanların kalplerinde unuttukları şeyleri hatırladıkları bir dünya imiş: Sevgi, güven, paylaşım, cesaret…
Elif orada sadece bir gün geçirmiş ama döndüğünde zaman hiç geçmemişti. Annesi hâlâ mutfakta yemek hazırlıyormuş. Elif odasına çıkıp çantasını açtığında, içindeki renkli taşlar, çiçekler ve boncuklar hâlâ oradaymış.
O günden sonra Elif ne zaman bir gökkuşağı görse, gülümseyerek gözlerini kapatır ve o büyülü dünyayı hatırlarmış.