Bir varmış bir yokmuş, evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, uzak diyarlarda bir köy varmış. Bu köy, yeşillikler içinde, kuşların türküler söylediği, derelerin şırıl şırıl aktığı bir cennetmiş. Bu köyde, her zamanki gibi fakir ama bir o kadar da gönlü zengin olan Keloğlan yaşarmış.
Keloğlan günlerini yaşlı annesiyle beraber tarlada çalışarak geçirirmiş. Ne malı mülkü, ne de toprağı varmış; ama bir şeyi varmış ki, o da merakıymış. Her gece yıldızlara bakar, “Acaba bu dünyanın ötesinde neler var?” diye düşünürmüş.
Bir gün, köyün yaşlı çobanı Keloğlan’a gizemli bir hikâye anlatmış:
“Kuzey ormanlarının en derininde, göğe değen dallarıyla Bilgelik Ağacı yaşarmış. Bu ağaç, yeryüzündeki tüm bilgeliği içinde barındırırmış. Fakat her soruya cevap vermezmiş. Ancak yüreği temiz, niyeti saf olanlara fısıldarmış sırlarını.”
Bu sözler Keloğlan’ın aklına düşmüş bir kıvılcım gibi. Ertesi sabah annesinin elini öpüp, azığını hazırlayıp yollara düşmüş.
Ormanın Kapısı ve İlk Sınav
Keloğlan günlerce yürümüş, dağlar aşmış, nehirler geçmiş. Nihayet kuzey ormanlarının girişine varmış. Fakat ormanın kapısında, gövdesi yosun tutmuş ihtiyar bir meşe ağacı konuşmuş:
“Ey yolcu, bu ormana öylesine girilmez. Eğer Bilgelik Ağacı’nı arıyorsan, önce üç sınavdan geçmelisin.”
Keloğlan şaşkınlıkla başını sallamış. “Hazırım,” demiş.
Birinci sınav, sabırmış. Ağaç demiş ki:
“Bu taşın başında üç gün bekleyeceksin. Ne uyuyacaksın ne konuşacaksın.”
Keloğlan üç gün boyunca orada, suskun ve kıpırtısız durmuş. Ne gelen olmuş ne giden. Ama Keloğlan’ın içinde bir huzur yeşermiş. Üç gün sonunda ağaç dallarını sallamış:
“Sabretmeyi bilen, öğrenmeyi hak eder.”
İkinci Sınav: Kendini Bilmek
Orman onu ikinci durağa götürmüş: aynalardan oluşan bir mağara. Mağaradaki aynalarda Keloğlan’ın yalnızca dışı değil, içi de görünüyormuş: kıskançlıkları, korkuları, geçmiş pişmanlıkları.
Keloğlan aynalara uzun uzun bakmış. Bazı görüntülerden utanmış, bazılarını kabullenmiş. Sonunda yüksek sesle şöyle demiş:
“Ben ne mükemmelim, ne kusursuz. Ama kendimi tanımaya, değiştirmeye hazırım.”
Mağara aydınlanmış, aynalar kırılmadan yok olmuş.
Üçüncü Sınav: Vermeyi Bilmek
Son sınav, bir seçimmiş. Keloğlan, ormanın kalbindeki açıklıkta üç kişiyle karşılaşmış:
Bir çocuk açlıktan ağlıyormuş.
Bir yaşlı kadın, düşüp dizini kanatmış.
Bir geyik, avcıların tuzağına düşmüş.
Ama yardım edecek sadece bir parça ekmeği, bir parça merhemi ve bir ipi varmış. Keloğlan, hiç tereddüt etmeden ekmeğini çocuğa, merhemi kadına, ipi de geyiğe vermiş.
Birden ortalık aydınlanmış. Yardım ettikleri kaybolmuş ve yerine altın yapraklı dev bir ağaç belirmiş. İşte o, Bilgelik Ağacıymış.
Ağacın Fısıltısı
Ağaç, Keloğlan’a dallarını uzatmış ve yaprakları rüzgarla konuşmuş:
“Ey yüreği temiz insan, sen aradığın bilgeliği zaten içindeki merhamette, sabırda ve öz farkındalıkta bulmuşsun. Ama madem geldin, sana bir sır vereyim:
Gerçek bilgelik, cevapları bilmek değil, doğru soruları sormayı öğrenmektir.”
Keloğlan bir süre ağacın gölgesinde oturmuş, susmuş, dinlemiş. Dönüş yolunda artık o eski Keloğlan değilmiş. Bilge, sakin ve etrafındaki herkes için ışık olan bir delikanlı olmuş.
Ve Sonra…
Köyüne döndüğünde annesi onu gözyaşlarıyla karşılamış. Keloğlan bir süre sonra köy çocuklarına hikâyeler anlatmaya, yaşlıların dertlerini dinlemeye başlamış. Ne bir tahta istemiş, ne de servet. Çünkü içindeki bilgelik, her şeyden daha değerliymiş.
Gökte parlayan yıldızlar bir gece fısıldaşmış kendi aralarında:
“Keloğlan artık sadece bir masal kahramanı değil, bir yol gösterici olmuş.”
Ve böylece, masal da burada nihayet bulmuş. Gökten üç elma düşmüş: biri anlatanın, biri dinleyenin, biri de gönlü bilgelikte olanın başına…